Andersen Masalları Yorgan İğnesi… En güzel masallar… Sizler için Edebiyat Çocuk ekibi olarak Andersen Masalları kitabında en çok beğenilen masallardan biri olan Yorgan İğnesi 2 masalını derledik.
Andersen Masalları Yorgan İğnesi 2
Andersen Masalları Yorgan İğnesi 1 için tıklayınız.
Günlerden sonra, yanı başında bir şey hissetti; fevkalade parlaklığı olan bir şey. İğne onu elmas sanmıştı. Aslında bir şişe kırığı idi. Parladığı ve broşa benzediği için onunla konuşmaya razı oldu.
“Siz her halde elmas olmalısınız?”
“Onun gibi bir şey.”
Her biri, yanındakini değerli bir şey zannetmişti. Ondan bundan konuştular, bu dünyada hüküm süren kurumdan, kibirden söz ettiler.
“Ben, bir küçük hanımın malı olan bir kutuda otururdum,” dedi iğne. “Bu küçük hanım aşçıydı. Her elinde beş parmağı vardı. Ben, ömrümde bu parmaklar kadar kendini beğenmiş, kibirli şeyler görmedim. Oysaki işleri güçleri, beni kutudan çıkarıp koymaktı sadece.”
Şişe kırığı “Bu parmaklar, doğuştan soylu muydular?” diye sordu.
İğne “Soylu mu? Yok canım ne gezer, kendilerini beğenmişler. Beş kardeştiler… Ve hepsi de… parmak doğmuşlardı. Boyları irili ufaklı olduğu halde kurumdan yanlarına varılmazdı. Yalnız kısa, tıkız baş parmak ayrık dururdu. Tek eklemli olduğundan sade bir yerinden bükülebilirdi. Ama kendine bakarsan, birisi onu kaybedecek olsa, sözde askere bile almazlarmış diye kurulurdu. İkinci parmak, kâh bala, kâh hardala banar, güneşi, ayı gösterirdi, yazmak isteyince kaleme o bastırırdı. Üçüncüsü hepsini tepeden süzerdi. Dördüncüsü altın yüzük takar, küçük sonuncu da işe uzaktan bakardı. O yüzden de kibirden yanına varılmazdı. Palavradan, şarlatanlıktan başka bir şey yoktu evlerinde. Ben de ne hâlleri varsa deyip ayrıldım yanlarından,” dedi.
Şişe kırığı “Şimdi de buradayız ve ışıldıyoruz,” derken lafı ağzında kaldı.
Yalağa su döktüler. Su, kenarlardan taştı, bizimkileri alıp götürdü. Şişe kırığı yoluna devam etti, iğne bir derede mola verdi. “Bir yere kımıldamam artık, inceciğim ben, bununla ne kadar övünsem azdır,” diyordu. Gerçekten orada kendini yüksek düşüncelere kaptırarak kaldı.
“Oh, ne incecik bir şeyim ben! Bir güneş ışığından doğduğuma inanacağım geliyor nerdeyse. Güneş ışınları gelip, suyun dibinde beni arıyorlar. Ama ben öyle inceciğim ki annem bile bulamıyor. Şu çıkardıkları gözüm dursaydı bari, hiç değilse halime ağlardım. Hayır, ağlamak istemiyorum, ağlamak yakışmaz bana.”
Günün birinde birkaç yaramaz dereyi araştırmaya geldiler. Aradıkları çivi ve benzeri nesnelerdi. Yaptıkları iş pek çekici değildi ama ne yaparsın? Onlar bundan hoşlanıyorlardı. Herkesin zevki kendine göredir.
İğne birinin parmağına batınca “Ay! yandım, yandım!” dedi. “Şu baldırı çıplağa bakın hele!”
İğne “Ben baldırı çıplak değilim, kibar bir küçük hanımım,” diye paraladı kendini ama kulak asmadılar. Bu arada üstünün balmumu çözülmüş, tepeden tırnağa simsiyah kesilmişti. O kendini her zamandan daha narin zannediyordu.
Oğlanlar “Yumurta kabuğu geliyor,” dediler. İğneyi kabuğa sapladılar.
İğne “Hele şükür,” dedi. Ben siyah, etrafımdaki duvarlar beyaz olduğuna göre şimdi daha çarpıcı olmalıyım. Göze çarparım böylece. Allah vere de deniz tutmasa; kırılır, perişan olurum. Ne deniz tuttu ne kırıldı.
“Deniz yolculuğuna çıkanın gövdesi çelikten olursa ne mutlu ona. Bu bakımdan da insandan üstünüm. İçlerinde böyle vücutlu biri varsa, çıksın da görelim. İyi vücut yapısı buna derler! İnce oldukça tehlike azalır.”
Kabuk çat edip kırıldı. Üstünden yük arabası geçmişti. İğne “Ay! Üstüme fenalık geliyor,” dedi. “Deniz tuttu galiba. Kendimi paramparça hissediyorum.”
Araba üstünden geçtiği halde ne kırılmış ne incinmişti. Eskisi gibi su birikintisine boylu boyunca uzanmış yatıyordu. Yatsın, yatabildiği kadar.