Olay hikayesi nedir? Maupassant tarzı hikaye nedir? Olay hikayesinin özellikleri, örnekleri ve temsilcileri nelerdir? Olay hikayesi hakkında merak ettiğiniz tüm sorunların yanıtları yazımızda…
Bu yazıda ne okuyacaksınız?
Olay hikayesi nedir?
Olay hikayesi nedir?
Herhangi bir olayı merkeze alarak; serim, düğüm ve çözüm bölümlerini içinde barındıran ve olay akışı, kişi, mekan ve zaman gibi unsurları içerisinde barındırarak kaleme alının hikayelere “olay hikayesi” denilmektedir.
Olay hikayesi, akıcı ve merak uyandırıcıdır.
Olay hikayelerinde genellikle akıcı bir üslup kullanılarak, okuyucuda heyecan ve merak duygusu oluşturulmaya çalışılır. Bu tür hikayeler, bazı yerlerde kısa roman olarak adlandırılmaktadır. Tıpkı romanlarda olduğu gibi kahramanın başından geçen bir olay ve kahramanın duygularına hikayelerde yer verilir.
Maupassant tarzı hikaye nedir?
Akıcı, merak uyandırıcı, bir karakterin başından geçen olayı belirli bir olay örgüsü içerisinde aktaran hikayelere Maupassant tarzı hikaye denilmektedir.
Olay hikayesi nedir diye merak eden hemen hemen karşısına Maupassant tarzı hikaye kavramı çıkmaktadır. 19. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan Fransız romancı ve kısa öykü yazarı Guy de Maupassant, olay hikayesi türünde en tanınan isimdir. Bu nedenden dolayı, olay hikayelerine aynı zamanda Maupassant tarzı hikayeler de denilmektedir.
Olay hikayesinin özellikleri
- Akıcı, merak uyandırıcı ve heyecan verici bir üslup kullanılır.
- Küçük bir roman gibi karakterin özelliklerine yer verilir.
- Hikayenin kendi içerisinde bir kurgusu vardır.
- Teknik olarak olay içerisinde olaylar arka arkaya, gerilim arttırılarak ve heyecan katılarak verilir.
- Olaylar hakkında betimlemelere yer verilir ve olay detaylandırılır.
- Genellikle çarpıcı ve etkileyici bir son ile biter.
- Realizm akımından etkilenmiş hikayelerdir.
- Olayların büyük bir kısmı gerçek yaşamdan örnek alınarak kaleme alınır.
- Serim, düğüm ve çözüm bölümlerine yer verilir.
Olay hikayesinin temsilcileri
Olay hikayesini Türk edebiyatı ve dünya edebiyatında birçok temsilcisi bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şu şekildedir:
- Guy de Maupassant
- Ömer Seyfettin
- Reşat Nuri Güntekin
- Refik Halit Karay
- Sait Faik Abasıyanık
- Memduh Şevket Esendal
- Sabahattin Ali
Olay hikayesi örnekleri
Kaşağı – Ömer Seyfettin
Ahırın avlusunda oynarken aşağıda, gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hüzünlü şırıltısını işitirdik. Evimiz iç çitin büyük kestane ağaçları arkasında kaybolmuş gibiydi. Annem, İstanbul’a gittiği için benden bir yaş küçük olan kardeşim Hasan’la artık Dadaruh’un yanından hiç ayrılmıyorduk. Bu, babamın seyisi, yaşlı bir adamdı. Sabahleyin erkenden ahıra koşuyorduk. En sevdiğimiz şey atlardı. Dadaruh’la birlikte onları suya götürmek, çıplak sırtlarına binmek, ne doyulmaz bir zevkti.
Hasan korkar, yalnız binemezdi. Dadaruh onu kendi önüne alırdı. Torbalara arpa koymak, yemliklere ot doldurmak, gübreleri kaldırmak eğlenceli bir oyundan daha çok hoşumuza gidiyordu. Hele tımar. Bu en zevkli şeydi. Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladı mı, tıkı… tık… tıkı… tık… tıpkı bir saat gibi… yerimde duramaz,
– Ben de yapacağım! diye tuttururdum.
O vakit Dadaruh, beni Tosun’un sırtına koyar, elime kaşağıyı verir,
– Hadi yap! derdi.
Bu demir gereci hayvanın üstüne sürter, ama o uyumlu tıkırtıyı çıkaramazdım.
– Kuyruğunu sallıyor mu?
– Sallıyor.
– Hani bakayım?..
Eğilirdim, uzanırdım. Ama atın sağrısından kuyruğu görünmezdi.
Her sabah ahıra gelir gelmez,
– Dadaruh, tımarı ben yapacağım, derdim.
– Yapamazsın.
– Niçin?
– Daha küçüksün de ondan…
– Yapacağım.
– Büyü de öyle.
– Ne zaman?
– Boyun at kadar olduğunda….
At, ahır işlerinde yalnız tımarı beceremiyordum. Boyum atın karnına bile varmıyordu. Oysa en keyifli, en eğlenceli şey buydu. Sanki kaşağının düzenli tıkırtısı Tosun’un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül gibi sallıyordu. Tam tımar biteceğine yakın huysuzlanır, o zaman Dadaruh, “Höyt..” diye sağrısına bir tokat indirir, sonra öteki atları tımara başlardı. Ben bir gün yalnız başıma kaldım. Hasan’la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi. İçimde bir tımar etmek hırsı uyandı. Kaşağıyı aradım, bulamadım. Ahırın köşesinde Dadaruh’un penceresiz küçük bir odası vardı. Buraya girdim. Rafları aradım. Eyerlerin arasına falan baktım. Yok, yok! Yatağın altında, yeşil tahtadan bir sandık duruyordu. Onu açtım. Az daha sevincimden haykıracaktım. Annemin bir hafta önce İstanbul’dan gönderdiği armağanlar içinden çıkan fakfon kaşağı, pırıl pırıl parlıyordu. Hemen kaptım. Tosun’un yanına koştum. Karnına sürtmek istedim. Rahat durmuyordu.
– Sanırım acıtıyor? dedim.
Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine baktım. Çok keskin, çok sivriydi. Biraz köreltmek için duvarın taşlarına sürtmeye başladım. Dişleri bozulunca yeniden denedim. Gene atların hiçbiri durmuyordu. Kızdım. Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim. On adım ilerdeki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın taşına koydum. Yerden kaldırabildiğim en ağır bir taş bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başladım. İstanbul’dan gelen, üstelik Dadaruh’un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezdim, parçaladım. Sonra yalağın içine attım.
Babam, her sabah dışarıya giderken bir kere ahıra uğrar, öteye beriye bakardı. Ben o gün gene ahırda yalnızdım. Hasan evde hizmetçimiz Pervin’le kalmıştı. Babam çeşmeye bakarken, yalağın içinde kırılmış kaşağıyı gördü; Dadaruh’a haykırdı:
– Gel buraya!
Soluğum kesilecekti, bilmem neden, çok korkmuştum. Dadaruh şaşırdı, kırılmış kaşağı ortaya çıkınca, babam bunu kimin yaptığını sordu. Dadaruh,
– Bilmiyorum, dedi.
Babamın gözleri bana döndü, daha bir şey sormadan,
– Hasan dedim.
– Hasan mı?
– Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı. Sonra yalağın taşında ezdi.
– Niye Dadaruh’a haber vermedin?
– Uyuyordu.
– Çağır şunu bakayım.
Çitin kapısından geçtim. Gölgeli yoldan eve doğru koştum. Hasan’ı çağırdım. Zavallının bir şeyden haberi yoktu. Koşarak arkamdan geldi. Babam pek sertti. Bir bakışından ödümüz kopardı. Hasan’a dedi ki:
– Eğer yalan söylersen seni döverim!
– Söylemem.
– Pekâlâ, bu kaşağıyı niye kırdın?
Hasan, Dadaruh’un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktı! Sonra sarı saçlı başını sarsarak,
– Ben kırmadım, dedi.
– Yalan söyleme, diyorum.
– Ben kırmadım.
– Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan çok kötüdür, dedi. Hasan inkârda direndi. Babam öfkelendi. Üzerine yürüdü “Utanmaz yalancı” diye yüzüne bir tokat indirdi.
– Götür bunu eve; sakın bunu bir daha buraya sokma. Hep Pervin’le otursun! diye haykırdı.
Dadaruh, ağlayan kardeşimi kucağına aldı. Çitin kapısına doğru yürüdü. Artık ahırda hep yalnız oynuyordum. Hasan evde hapsedilmişti. Annem geldikten sonra da bağışlanmadı. Fırsat düştükçe, “O yalancı” derdi babam. Hasan yediği, tokat aklına geldikçe ağlamaya başlar, güç susardı. Zavallı anneciğim benim iftira atabileceğime hiç ihtimal vermiyordu. “Aptal Dadaruh, atlara ezdirmiş olmasın?” derdi.
Ertesi yıl annem, yazın gene İstanbul’a gitti. Biz yalnız kaldık. Hasan’a ahır hâlâ yasaktı. Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını tayların büyüyüp büyümediğini bana sorardı. Bir gün birdenbire hastalandı. Kasabaya at gönderildi. Doktor geldi. “Kuşpalazı” dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eve üşüştüler. Birtakım tekir kuşlar getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı. Babam yatağın başucundan hiç ayrılmıyordu.
Dadaruh çok durgundu. Pervin hüngür hüngür ağlıyordu.
– Niye ağlıyorsun? diye sordum.
– Kardeşin hasta.
– İyi olacak.
– İyi olmayacak.
– Ya ne olacak?
– Kardeşin ölecek! dedi.
– Ölecek mi?
Ben de ağlamaya başladım. O hastalandığından beri Pervin’in yanında yatıyordum. O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz, Hasan’ın hayali gözümün önüne geliyor “İftiracı! İftiracı!” diye karşımda ağlıyordu.
Pervin’i uyandırdım.
– Ben Hasan’ın yanına gideceğim, dedim.
– Niçin?
– Babama bir şey söyleyeceğim.
– Ne söyleyeceksin?
– Kaşağıyı ben kırmıştım, onu söyleyeceğim.
– Hangi kaşağıyı?
– Geçen yılki. Hani babamın Hasan’a darıldığı…
Sözümü tamamlayamadım. Derin hıçkırıklar içinde boğuluyordum. Ağlaya ağlaya Pervin’e anlattım. Şimdi babama söylersem, Hasan da duyacak belki beni bağışlayacaktı
– Yarın söylersin, dedi.
– Hayır, şimdi gideceğim.
– Şimdi baban uyuyor, yarın sabah söylersin. Hasan da uyuyor. Onu öpersin, ağlarsın, seni bağışlar.
– Pekala!
– Haydi şimdi uyu!
Sabaha kadar gene gözlerimi kapayamadım. Hava henüz ağarırken Pervin’i uyandırdım. Kalktım. Ben içimdeki zehirden vicdan azabını boşaltmak için acele ediyordum. Yazık ki, zavallı suçsuz kardeşim, o gece ölmüştü. Sofada çiftlik imamıyla Dadaruh’u ağlarken gördük. Babamın dışarıya çıkmasını bekliyorlardı.